Ağrı Dağı’nın eteklerinde, bir zamanlar geniş bir ova varmış. Bu ova, bir köylünün iki güzel kızı tarafından her gün neşeyle dolaşılır, güle oynaya işler yapılırmış. Bir gün, bu iki kardeş odun toplamaya gitmişler. Yeterince odun topladıktan sonra, abla odunları sırtına almış, küçük kardeşine ise yalnızca birkaç odun bırakmış. Ardından, yola koyulmuşlar.
Yolda, küçük kız oldukça yorulmuş, sırtındaki yük nedeniyle belinde şiddetli bir ağrı hissetmiş. Dayanamayıp ablasına seslenmiş: “Belim çok ağrıdı abla, ne olur biraz da sen taşı.” Ancak ablası, küçük kızın bu isteğine kulak asmamış ve yoluna devam etmiş. Küçük kız, daha fazla dayanamayarak tekrar seslenmiş: “Abla, abla, belimdeki ağrı dayanılacak gibi değil, lütfen biraz da sen taşı.” Yine hiçbir yanıt alamamış. Bu kez, küçük kız sinirlenerek, ablasına beddua etmiş: “Senin gibi ablam olacağına, dağ olasın, taş olasın, uzun uzun kış olasın, belimdeki ağrı senin adın, seller ve yağmurlar da senin muradın olsun!”
Bunu duyan ablası, kız kardeşine öfkeyle cevap vermiş: “Senin gibi kardeşim olacağına taş olasın, saçların çayır, eteklerin bayır olsun, başın dilin gibi sivri, boynun eğri, adın da benim gibi Ağrı olsun!”
Tam bu sırada, büyük bir gürültü kopmuş, etrafı toz bulutları sarmış ve kısa bir süre sonra o ova, iki yüksek dağla kaplanmış. Biri Küçük Ağrı, diğeri ise Büyük Ağrı olmuş. İki kız kardeşin aralarındaki anlaşmazlık, sonunda onları birbirinden ayıran yüce dağlara dönüşmüş.
İşte bu efsane, halk arasında dilden dile dolaşarak, doğayla insanın duygusal dünyası arasındaki derin bağları anlatan bir hikaye haline gelmiş. Ağrı Dağı’nın büyüklüğü, iki kardeşin kırgınlıklarının ve beddualarının somut bir şekle dönüşmesi olarak halk hafızasında yer edinmiş. Bu efsane, zamanla sadece bir doğa olayı değil, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerindeki çatışmaların da simgesi olmuştur.
